Bozkırkurdu [Herman Hesse]

“tek kılavuzumuz yüreğimizdeki özlemdir.”

Bu kitap, yazarın kendisi ile hesaplaşmasını içeren otobiyografik bir eser gibi geldi bana. Yazar kendisiyle, düşüncesiyle, geçmişiyle, gençliğiyle, okuduklarıyla, dinledikleriyle özetle kendiyle hesaplaşıyor gibi. Bir yerde Goethe’den bahsederken bir de bakıyorsunuz ki anlatıcı, Herry, Faust’a dönüşmüş. Şeytanla iletişim haline gelen Faust’un gençlik iksirleriyle düşüncelerini terk etmeye zorlanması gibi Herry de düşüncelerinden daha doğrusu içinde yaşatıyor olduğu ikinci kişilik olan Bozkırkurdu’ndan ayrılmaya zorlanıyor. Bozkırdurdu da belki bu bahsettiklerimin yani yazarın geçmişinin tümünü ifade ediyor. Herry Haller, Bozkırkurdu’nun kendisi. Münzevi bir insan, kaçmış bir yerlere sığınmış, okuyup yazıyor ve gözlem yapıyor. Yazar da Bozkrkurdu gibi memleketini terk ederek başka bir yere (Ticino’ya) yerleşmiş. Herry gazetelere savaş karşıtı yazılar yazıyor ve çok eleştiri alıyor bu yüzden.

Bazı zamanlarda gerçek rüyaya dönüşüyor, belki de Herry’nin yaşadığı dünya hakikaten şizofrenik bir dünya. Arada bir bozkırkurduna arada bir insana dönüştüğü gibi arada bir hayal âlemine dalıp dalıp gidiyor. Kitabı okurken, Aldous Huxley’in Algı Kapıları adlı kitabında Herman Hesse’den bahsedilmiş miydi diye düşündüm biraz. Eğer bu ikili arkadaşsa, muhakkak bazı maddeleri denemişlerdir ve bu kitabın bazı maddeler tesiriyle ortaya çıktığını duyarsam hiç şaşırmayacağım.

“Bütün bu çabaların amacı da yeni bir savaş, yaşadığımız savaştan çok daha korkunç olacağı kuşku götürmeyen bir sonraki yeni savaş. Her şey açık, her şey basit duruyor ortada, buna akıl erdiremeyecek kimse düşünülemez; şöyle bir saat kadar üzerinde kafa yorsun, herkes aynı sonuca varacaktır. Gelgelelim, böyle bir zahmete katlanmak istemediğinden, kimsenin bir sonraki savaşı önlemek gibi bir niyeti yok. Milyonlarca insanın boğazlanmasına yol açacak savaştan kimse kendisini ve çocuklarını esirgemeye çalışmıyor. Bir saat kadar düşünüp taşınmak, gözlerini bir süre kendi içine çevirip dünyadaki bozuk düzende ve kötülüklerde ne ölçüde payı olduğunu araştırmak, işte buna kimse yanaşmıyor! Anlayacağın, böyle sürüp gidecek; bir sonraki savaş binler ve binlerce insan tarafından her gün harıl harıl hazırlanmakta.”

Kitap yazılırken henüz savaş başlamamış fakat ayak sesleri hissediliyor, yukarıda alıntıladığım gibi.

Asıl hikâye yazarın ya da Herry’nin eski bir dostunu ziyareti ile başlıyor. Tüm burjuva alışkanlıklarını tiksintiyle gözlemliyor Bozkırkurdu. Kendisini de eskiden içinde olduğu ve fakat şimdi iğrenç bulduğu alışkanlıklar kendisinin her zaman iğrenç bulduğu savaş tamtamcılığı ile birleşiyor.

“insanların çoğu da her Allahın günü, her saat kendilerini zorlayarak, bir gönülsüzlükle böyle davranıyor, böyle yaşıyor, onu bunu ziyaret ediyor, onunla bununla söyleşiyor, dairelerinde, bürolarında oturup mesai saatinin bitmesini bekliyordu; hepsi de zoraki, otomatik olarak, gönülsüz görülen işlerdi, makineler tarafından da pekâlâ yapılabilecek ya da yapılmadan kalabilecek işler.”

“daha önce yaşadığım dünyaya ve vatanıma, burjuvaziye, törelere, bilginliğe veda etmiştim.”

Yine de içinde yaşadığı bu ikilik kendisini rahatsız edip durmaktadır. Tam bu sırada Hermine’e rastlar. Hermine, Hermann’ın dişisi belki de Herman Hesse’nin ya da Herry Haller’in dişisidir. O kadar birbirlerine benziyor ki isimler, buradan da yazarın iç dünyasındaki çatışmanın ürünleri oldukları çıkarılabiliyor.

“bu bakımdan Hermine adeta yaşamın kendisiydi: Her zaman yalnızca yaşanılan an vardı onun için, gelecek diye bir şey bilmiyordu.”

“Sana dans etmeyi, oyun oynamayı ve gülümsemeyi, ama yine de halinden memnun olmamayı öğreteceğim. Ben de senden düşünmeyi ve bilmeyi, ama yine de halimden memnun olmamayı öğreneceğim. Her ikimiz de şeytanın çocuklarıyız, farkında mısın?” diyor Hermine. Sonrasında Herry’nin öğrenme süreçleri yarı gerçek, yarı rüya olarak başlıyor. Bay Haller’den tiksinmeye başlıyor dans etmeyi, gülmeyi öğrendikçe. Sonra onların arasına karışıyor.

“Aman Tanrım, diye düşündüm, şimdi bunların arasına karışacak, bu insanların dünyasını, bana yabancı bulduğum, şimdiye dek titizlikle kaçıp öylesine aşağıladığım bu dünyayı, haylaz ve eğlence düşkünü bu insanların dünyasını, mermer masacıkların, caz müziğinin, aşüftelerin, pazarlamacıların bu sığ ve kalıplaşmış dünyasını yurt mu edinecektim kendime!”

Burjuvadan kaçıyor fakat farklı bir grubun eline düşüyor. İçindeki bozkırkurdu her halükarda ölüyor bu süreçte ya da belki çoğalıp bir sürüye dönüşüyor. Hermine’nin kendisine öğrettikleri bambaşka bir öğreti.

“Ama yavaş yavaş anladın ki. Dünya hiç de senden eylemlerde ve özverilerde bulunmanı istemiyor; yaşam, kahraman rollerine ve benzeri şeylere yer veren bir kahramanlık destanı değil, insanların yiyip içmeler, kahve yudumlamalar, örgü örmeler, iskambil oynamalar ve radyo dinlemelerle yetinip hallerine şükrettikleri rahat bir orta sınıf evidir. Kim bunun başka türlüsünü ister, kim gönlünde yiğitliği ve güzelliği barındırır, büyük yazarları ya da ermişleri baş tacı ederse, o bir aptaldır, bir Don Kişot’tur.”

“Zaman ve dünya, para ve güç, küçük ve sığ insanların elinde bulunacak her zaman, asıl insanların elinde ise hiçbir şey. Yalnızca ölüm.”

“bu dünya ne iyi ne kötüydü, ne arzu ne nefret edilmeye değerdi, hepsinin de kısa ve özlem yüklü yaşamı bu dünyada açan bir çiçekti, bu dünyayı yurt tutmuşlar, bu dünyada deneyim sahibi olmuşlardı.”

“bu aşağılık ve iğrenç ölüm korkusunun da benim eski, küçük burjuva ve uydurma varlığımın bir parçası olduğunu yavaş yavaş fark ediyordum.”

“sonsuzluk dediğimiz yalnızca bir an’dır

“Hiçbir hayvan yoktur ki, bir ara şaşırsın da ne yapıp edeceğini, nasıl davranacağını bilemesin. Hiçbiri sana yaranmak, kendini sana beğendirmek gibi bir amaç gütmez. Tiyatro nedir bilmez hayvanlar. Nasılsalar öyledirler. Taşlar, çiçekler gibi tıpkı ya da gökteki yıldızlar gibi.”

Kitaptan beni en çok etkileyen cümle de sanırım şu oldu: “yaşamamızın nedeni ölümden korkmamız, sonra da onu yine sevmemizdir; özellikle ölümün varlığından dolayı elimizdeki birazcık yaşam bazen kısa bir süre işte öylesine güzel ışıldayıp durur.”

Yazarın bu tarihlerde Hint felsefesinin etkisinde kalmış olduğunu da varsayabiliriz. Sadece an’a yoğunlaşma Siddhartha da rastladığımız bir kavramdı ki Bozkırkurdu birkaç sene sonra yayınlanmış.

Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanmış olan 209 sayfalık bu eserin çevirisini Kamuran Şipal yapmış. Orijinal adı Der Steppenwolf. Yazarın en bilinen en meşhur eseri bu. Anlayamadığım kısımlar anladıklarımdan fazladır diye düşündüm kitap bittiği zaman.  

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir