Ben Buradayım [Yıldız Ecevit]

Yıldız Ecevit’in yazdığı Oğuz Atay biyografisi Ben Buradayım kitabını okumaya çok önceden başlamış, yarım bırakmıştım. Kolay kolay elime aldığım bir kitabı yarım bırakmam, yarım bırakılan işler aklımın bir köşesinde kalıp beni uzun süre rahatsız ettiği için bir an önce bitirmeye çalışırım. 6 sene önce alıp okumaya başladığım bu kitabı ilginç bir şekilde ortalarında bir yerde yarım bıraktım ve bu yıllar zarfında elime bile almadım. Sebebi sanırım Atay’ın karışık dünyası ve bu kitaba benim yaptığım gibi yarım kalmış hayatıydı. Oğuz Atay Türk Edebiyatında yeri bambaşka olan bir yazar. Yazdığı her şey kendini ve dışarıya vuramadığı iç dünyasını yansıttığı için kendinin dışında bir şey yazmamış Atay, bu yüzden eserlerine otobiyografi demek de uygun düşebilir. Yıldız Ecevit’in yaptığı ise Atay’ın arkasında bıraktığı ipuçlarını birleştirerek gerçek resmi ortaya çıkarmak olmuş. Yıldız Ecevit’ten de takdirle bahsetmek istiyorum. Kitabın adını bile koyarken Oğuz Atay’ı ne kadar derinlemesine araştırdığı ve anladığı belli oluyor. Ben buradayım derken Atay, yıllar yılı anlaşılmayı, keşfedilmeyi beklemiş bir insanın feryadını gerçekten işitmiş olduğu anlaşılıyor. Yazar araştırması sırasında yaşadığı zorluklardan da bahsediyor kitabın girişinde. Türkiye’de arşiv geleneğinin olmayışından yakınıyor, İngiltere ile karşılaştırma yapıyor. Bu noktada yazara katılmadığımı söylemeliyim. Osmanlı’nın arşivler konusunda titiz olduğunu bilmesi lazım. Vagonlar dolusu atık kâğıt haline gelmiş arşiv belgelerinin varlığını çok işitmişizdir. Alfabesi değişmiş bir ülkeden bahsediyoruz neticede. Bir de yazarın “on yıllar” gibi Türkçe kullanımı anlamsız olan İngilizce “decade” çevirisi bir söz kullanması dikkatimi çekti. Bunların haricinde yazara bir diyeceğim yok. Hatta “Ben Buradayım”, Oğuz Atay’ın eserlerinden daha kolay okunabiliyor diyebilirim.

Atay kültürlü bir öğretmen olan ve annesi Fransız olan müşfik bir anne ile Kastamonulu yerel bir insan olan, alaylı hukukçu, biraz sert, bazı konularda sabit fikirli kuralcı bir babanın ilk çocuğu olarak dünyaya geliyor. Kastamonu’da başlayan çocukluk babanın milletvekilliği sebebiyle Ankara’da devam ediyor ve ardından İ.T.Ü. İnşaat Fakültesi’nde eğitime başlıyor. Çok zeki bir çocuk olmasına rağmen içine kapanık bir kitap kurdu olarak yetişiyor. Bazen hafif depresif, bazen de hafif manik oluşunu gözümde canlandırabiliyorum. Sanata olan ilgisi sebebiyle ressam olmak istiyor fakat sabit fikirli babası engel oluyor bu girişimine. Fakat hayat boyu resimle, müzikle, sinemayla, tiyatroyla ve edebiyatla ilişkisi sürüyor. Hayatının çeşitli aşamalarının izlerini kitaplarında görmek mümkün. Turgut Özben’in, Selim Işık’ın, Hikmet Benol’un aslında Atay oldukları açık seçik ortada.

“Hayatta başarı kazanan bütün insanların okul yılları başarısız geçmişti. Çalışkan olmak ilerisi için kötü bir işaretti. Böyle insanlar para kazanamaz, kadınlarla ilişkide başarıya ulaşamazdı. En kötüsü hayatın dışında kalırdı. (Tutunamayanlar)”

 Gerçekten Atay’da okulda çok başarılı, okul birincisi, kadınlarla iletişim kuramayan bir tiptir. Başarılı olmasına rağmen dersleri sevmediği için çok sıkılmaktadır. Buradan şu anlam da çıkıyor okuyucu için, Oğuz Atay’ı okumadan önce hayatı hakkında bilgi sahibi olmak gerek. Tutunamayanlar’ı, Tehlikeli Oyunları’ı daha iyi anlayabilmek için Ben Buradayım bir kere okunmalı öncesinde.

“Dünya tefekkür tarihinde ‘dur bakalım helecilik’ geçmezse, babama yapılmış en büyük haksızlık olacaktır bu.”

Atay feodal kökenli babasıyla hep bir çatışma içindedir. Onun kendisini sürekli engellediğinden ve anlamak istemediğinden yakınır. Kişiliğinin oluşumunda baba çatışmasının önemli bir rolü vardır. Baba hep otoriter, dediği dedik, kendisine sunulan her fikri “dur bakalım hele” diye geçiştiren bir tiptir.

Gençlik yıllarında, üniversitenin son yılları ve sonrası dönemde iyi bir Marksist’tir Atay. Bütün dünyayı değiştirebileceği hissiyatına kapılmıştır, insanlardan henüz ümidini kesmediği zamanlardır bu yıllar. Marks’tan farklı olmak üzere dünyayı değil bireyi değiştirmek istemektedir. Yedek subay olarak askerliğini yaptığı Ankara’da sol çevrelerle aşina olur. Bu da heyecanını daha da artırmaktadır. Askerlikten sonra İstanbul’a dönüp çalışma hayatına başlar. Bu esnada Ankara’da basılan bir dergiyi İstanbul’a taşımış, mesaiden arta kalan vaktinde derginin tüm işleriyle ilgilenmektedir. Bir yandan deli gibi okuduğu da düşünülürse hayatının en yorucu dönemini geçirmiştir bu döneminde. Yine bu zamanlarda radyoda yayınlanan bir bilgi yarışmasına katılarak üstün zekâsını ve çok az kişide bulunabilecek hafızasını da ispatlamıştır. Eserleri de bu keskin hafızanın yeniden ispatlanması niteliğinde bana göre.

Oğuz Atay’ın kimseyle iletişim kuramayışı, iç dünyasını dışarıya aksedemeyişi nasıl Tutunamayanlar’ın patlamasına sebep oluyorsa (yazılması değil patlaması); evliliği de Tehlikeli Oyunlar için aynı etkiyi yapıyor. Yavaş yavaş oluşturduğu, tutunan insanlardan oluşan, sosyal çevresi, birlikte olmaktan zevk aldığı insanlar yerini eşine ve orta sınıf bir ailenin aşırı sıradan hayatına bırakıyor. Atay bu döneminde de kendini kitaplara vererek sıkıldığı, pasifize olduğu bu hayattan sıyrılmaya belki de küçük burjuva alışkanlıklarından kendini soyutlamaya çalışıyor.

“Böyle bir düzen içinde insan düşünebilir mi? Büyük ve güzel şeyleri demek istiyorum. Önce eşya engel oluyor sonra şartlar: kalorifer, hizmetçi, çocuk odası. Düşünmek için kendime bir daire tutsam. İçinde düşünmeye engel olacak eşyalardan hiçbiri bulunmayan küçük bir daire. Kapıdan girer girmez ayakkabılarımı çıkarıyorum, düşünme terliklerimi giyiyorum. Düşünmeyi öğrenirim orada. Sonra oturur yazarım. Yazmak mı? Bu kelimden ürktü birden. (Tutunamayanlar)”

Başarısız bir de müteahhitlik deneyimi olur Atay’ın. Buradan kendisine büyük bir zarar miras kalır. Öyle ki hayatı boyunca kalan borcu maaşından kesilir. “Hayata atılmak gibi bir çılgınlığı nasıl yaptım? İnsanların dünyasına atılmayı nasıl göze aldım? Ben insan değildim ki. Yaşamadığım bir hayatın içine nasıl atıldım?” der Atay bu girişimi ile ilgili Tutunamayanlar’da.

Daha sonraki dönemlerinde Atay eserlerini vermeye başlar. Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar, Korkuyu Beklerken, Bir Bilim Adamının Romanı, Günlük, Eylembilim ve sahnelenmek için yazdığı Oyunlarla Yaşayanlar. Türk Edebiyatı için bambaşka diyebileceğim nitelikte bu eserler hayatı boyunca beklediği ilgiyi görmesine yetmez Atay’ın. Günlüğünde bu durumdan “yaşarken unutulup gitmek” diye bahseder yazar. Yaşarken hakikaten unutulup gitmiştir fakat öldüğünde Sultanahmet Camii’nin avlusunu dolduran binlerce insan ve 1977’deki vefatının ardından giderek kıymetlenen eserleri Oyunlarla Yaşayanlar’da sorduğu “insanlığa bir şeyler bırakabildim mi? Görevimi yapabildim mi?” sorularının cevabını en güzel şekilde veriyor.

Son olarak Oğuz Atay’ın düşünsel dünyasının gelişimine katkıda bulunan yazarlardan bahsetmek istiyorum, Yıldız Ecevit’in kitabından süzebildiğim kadarıyla: Başta Dostoyevski diyerek başlayacağım zira Dostoyevski’yi bir dostu gibi görüyor yazar hayatı boyunca. Maksim Gorki, James Joyce, Jean Jacques Rousseau, Hegel, Marks, Lenin, Kafka, Samuel Beckett, Descartes, Kemal Tahir, Vüs’at Bener, Thomas Mann, Albert Camus, Martin Heidegger, Elias Canetti, Anton Çehov, Jean Paul Sartre, Robert Musil, Herman Hesse, Sabahattin Ali, Yusuf Atılgan, Vladimir Nabokov, Jorge Luis Borges ve Joseph Conrad benim kitaptan süzebildiklerim. Tabi bu kadarla kalmıyor ama en önemlileri sanırım bunlar.

Yıldız Ecevit çok iyi bir araştırmacı. Bir insan hakkında bu kadar titiz, bu kadar doyurucu bir çalışma hazırlanabilir ancak. Turgut Özben’in, Selim Işık’ın intiharından sonra yaptığı iz sürme çalışmasından daha güzel olmuş diyebilirim. Bu yazarın titizliğinden mi yoksa biyografisini yazdığı insanın değişik kişiliğinden mi bilemiyorum fakat Oğuz Atay’ı okumuş, etkilenmiş olan bir okurun bu kitabı da aynı ölçüde beğeneceğinden eminim. Atay hakkında araştırarak bulunacak her şey var kitapta. Yazarın ikinci evliliğini ben bilmiyordum örneğin. Bu kitap beni bu açıdan da mutlu etti. Londra’da yalnızken vefat ettiğini düşünüyordum. Daha evvel yarım bıraktığım kitabın okumadığım kısımlarından Atay’ın Pakize Kutlu (Pakize Barışta) adlı bir hanımefendiyle evlendiğini, ömrünün sonuna kadar da ayrılmadıklarını öğrenip seviniyorum. Oğuz Atay’ın yaşarken anlaşılamamış olması ve bu duyguyla vefatının içimde oluşturduğu üzüntü bunu öğrenmemle bir nebze de olsun hafiflemiş oldu. Atay deyince aklıma gelen: ”Kimse bizi sevmedi, ağır kan kaybıyız” dizeleri bir nebze de olsun erimiş oldu içimde. İletişim Yayınları’ndan çıkan kitap 580 sayfa, ilk baskısı 2005’te yapılmış. Teşekkürler Yıldız Ecevit.

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir