Ah Mualla!

Sabahları aynı duvarın önünden geçiyorum. “Kendime bile katlanamıyorum artık Mualla!” yazmış sokak ünsüzlerinden biri. İnsanın kendine tahammülü kalmamış olabilir mi diye sormayın hemen, zaten takıldığım nokta bu değil. Takıldığım nokta Mualla’nın ta kendisi. Son nefesime kadar söylemekten bıkıp usanmayacağım sanırım. Takıldığım nokta kültürel dejenerasyonumuzun bizi getirdiği noktalar. Takıldığım nokta bizim artık biz olmayıp onlar oluşumuz ve bu mevtanın arkasından yeteri kadar mevlit okunmadığı, Fatiha/Yasin hediye edilmediğidir. Takıldığım nokta o güzel atlara binip giden Mualla’lar, Müzeyyen’ler, Hüsnü’ler, Suphi’lere karşılık tahta atlara binip arz-ı endam eden Tiray’lar, Abay’lar, Arçın’lar, Tarçın’lar. İsimlerdeki bu değişimi fark ediyor musunuz?


Kadim kültürümüzde/geleneğimizde isimlerin önemi taşıdıkları manada gizliydi. Düriye ismini alan bir kız çocuğu bu ismin çağrışımlarına, yansımalarına çok fazla takılmadan Düriye abla, Düriye teyze, Düriye nine oluyor ve ardından terk-i diyar ediyordu. Normal süreç bu idi. Binlerce, milyonlarca, milyarlarca insan içerisinden biri olarak, sıradan bir şekilde doğup yine sıradan bir şekilde ölebiliyorduk. Doğumumuz ve ölümümüz sıradan hadiselerdi. Allah verip Allah alıyordu. Yaşama olayımızı gözümüzde çok büyütmüyorduk. Aynı coğrafyada aslanlarla, kaplanlarla, kurtlarla birlikte yaşayabiliyor, onların da yaşama hakkına saygı gösteriyorduk. Yeri geliyor bir karıncayı bile incitmemek için çaba gösteriyor, bir gün karıncanın Süleyman’dan bile hesap sorabileceği bilincini yeni nesillere aşılıyorduk. Yaşamak hem sıradandı hem de her canlı için saygı gösterilmesi gereken bir kutsallıktaydı. Biz, her canlı kadar değerliydik, her canlı bizim kadar değerliydi.


Sonrasında bireyselliğin kutsandığı kültürlerle tanıştık. Tanışınca kahraman olasımız geldi. Biz kahraman olamadıysak da çocuklarımızın kahraman olmaları beklentisi ile donandık ve onları da donattık. Bizim hayatımız sıradan değildi, olamazdı, olmamalıydı. Her canlıdan daha mühim, daha değerliydik. Onlara hâkim olmamız gerekiyordu. Diğerkâmlık aşılarımız etkisini yitirmiş, tedavülden kalkmış; bencillik aşılarımız çok iyi tutmuştu. Çocuklarımızın isimleri Düriye ya da Nizamettin olamazdı artık. Çok basit ve sıradan isimlerdi. Basit ve sıradan isimler taşıyan çocukların hikâyeleri bencillik hikâyeleri olamaz. Sıradanlık zincirini koparamaz. Karıncaları ezen, topuyla kimseyi oynatmayan, karşısındakini küçük, kendisini büyük gören çocuklar istedik artık. Bireysellik zirveye çıkmalıydı.


Çocuklarımıza güzel bir günün anısı olarak Ramazan, Bayram isimlerini; hayırlı olmaları temennisi ile Hayrettin; olgun olmaları temennisi ile Kamil isimlerini vermekten vazgeçtik. Fatih olsunlar, Kağan olsunlar, Yağız olsunlar, Yiğit olsunlar diye isimler vermeye başladık. Sonra iş değişti, kimseye benzemesin, farklı olsun diye yepyeni isimler uydurmaya başladık. Dedelerimizin hiç kullanmadıkları isimler icat ettik. İlla ki farklı olsun, illa ki mütevazı olmasın, muhakkak ki meydan okusun, mümkünse mütecaviz olsun dedik.


Şimdi, eşit dilimlerle dağıtılsa herkesi memnun edecek bir pastanın bütününü kimseyle paylaşmamak üzere ele geçirmeye uğraşanların kavgasını izliyoruz ve yumrukların önemli bir kısmı suratlarımızda patlıyor. Yarın, kavga daha da çetrefilli hale gelecek, kavga daha da büyüyecek. Tevazuunun cılız sesi o yarınlarda hiç duyulmuyor olacak. Duvar yazısındaki Mualla da eski masallardan bir isim olarak kalacak.


bir gün buluşuruz — geride gençlik
ılık avucunda o bir topak kar
ummak bir ummandır korkma mualla
bu sonsuz. bu gülüş. ebedi bahar.

(Süleyman Çobanoğlu’nun şiirinden bir parça)

28 Mart 2018 Net Haber Yazım

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir