Açlık [Knut Hamsun]

“Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği o garip şehir Kristiana’da aç gezdiğim günlerdeydi. Tavan arasında uyanık yatıyordum. Alt katta bir saatin altıya vurduğunu duydum. Hafif aydınlanmıştı ortalık; insanlar merdivenleri inip çıkmaya başlamışlardı…”

Knut Hamsun Norveçli bir yazar. Yüz yıla yaklaşan ilginç bir yaşam öyküsü ve kendisine Nobel Edebiyat ödülü kazandıran ilginç bir kitabı var: Açlık. Bu kitabın birinci dünya savaşı sonrasında insanların açlıkla mücadelesini anlattığını zannedip içim kaldırmayacak diye okumayı sürekli erteliyordum. Meğer kitap sosyolojiden çok psikolojiye yakınmış bilimlerden. Yazar kendi hayatından bir kesiti belki de biraz abartarak roman haline getirmiş. Gazetelere makale yazarak geçimini sağlayan bir yazarın gittikçe yoksulluğun pençesine düşmesi, üç kuruş parası, satacak bir eşyası kalmadıktan sonra açlıkla yüzleşmesi. Açlık öyle böyle bir açlık değil, yeri geliyor yolda bulduğu tahta parçalarını yeri geliyor portakal kabuklarını kemiriyor. Hatta açlığın zirve yaptığı bir yerde bir ceketinden bir parçayı bile kesip ağzına atıyor. Yersizlik de başka bir sorun. Kirasını ödeyemediği için atıldığı yerlerden ödünç aldığı bir battaniyeden başka bir eşyası olmadığı için rahatlıkla çıkıp bir ormana ya da parka gidebiliyor. Fakat açlığın ve soğuğun bileşimi dışarıda uyumayı bir kâbus haline getiriyor yazar için.

“Kalsın, kalsın!, diye cevap verdim. “Size bağışlıyorum. Ufak tefek, değersiz şeyler. Dünya malım hemen hemen bundan ibaret!” Akşamın alaca karanlığında ümitsiz yankılanan kendi sözlerim, dokundu bana; ağlamaya başladım. Rüzgâr esiyor, gökte bulutlar hızla kayıp gidiyorlar, karanlık bastıkça serinlik artıyordu. Cadde boyunca hem yürüdüm, hem ağladım; kendime gittikçe daha çok acıyordum; defalarca tekrarladığım birkaç kelime, bir feryat, diner gibi oldukça gözyaşlarımı yeniden akıtıyordu: “Rabbim, Allah’ım, ne kadar bedbahtım! Rabbim, Allah’ım, ne kadar bedbahtım!” Bir saat geçti; bitip tükenmek bilmeyen, yavaş ve uyuşuk bir saat. Torv caddesinde durdum bir müddet, merdivenlere oturdum, birisi geçerken giriş kapılarının aralıklarına gizlendim, gözlerimi, dalgın, pırıl pırıl bakkal dükkânlarına diktim; bu dükkânlarda insanlar, ellerinde eşyalar, paraları, oradan oraya kayıp gidiyorlardı. Nihayet kilise ile pazar yeri arasında bir tahta yığını gerisinde muhafazalı bir yer buldum.” Bir de gururumuz var üzerine basmayıp bastırmayacağımız. Yeri geliyor tüm dünya malını oluşturan iki parça değersiz eşyayı bir kalemde başka birine verebiliyor. Üç gün aç dolaşmışken eline geçirdiği parayı ya bir fakirin ya da alacağı yüzünden kendisini kapı dışarı atmış ev sahibinin eline sıkıştırabiliyor. Başkalarının kendisi hakkında ne düşündükleri çok mühim zira kendisine duyduğu saygı da görüntüsünün hırpaniliğinin tam zıddı bir şekilde fazla. Üstü başı dökülse de yoksulluğunu gizleme çabası içerisinde. Kan kusuyor kızılcık şerbeti içtim diyor.

“Oturduğum kanepede yıldızlar görüyorum gözlerimin önünde ve düşüncelerim bir ışık kasırgası içine kayıyor. Uyuyakalmışım, polis uyandırdı. Merhametsizce, tekrar hayata ve sefalete çağırmışlardı beni. İlk duygum, kendimi böyle açıkta bulmaktan doğan salakça bir şaşkınlık oldu; ama bu duygu az sonra yerini acı bir yeise devretti; hâlâ hayatta oluşumun üzüntüsünden ağlıyordum neredeyse. Ben uyurken yağmur yağmış, elbiselerim sırsıklam olmuştu; ayazı kollarımda bacaklarımda hissediyordum. Karanlık daha da koyulaşmıştı; karşımdaki polisin yüz hatlarını güç bela seçebiliyordum.”  Hayatının bitmek üzere olduğunu düşünüp içleniyor ara ara. Ha bugün ha yarın diyerek ölmeyi de bekliyor. Soğuk ve aç geçen bir günün gecesinde kaldığı odayı toparlıyor ki gelip cesedini bulacak olanlar kendisini ayıplamasınlar.

“Açlık yine bildiğini okuyordu içimde; iki gecedir ağzıma lokma koymamıştım. Ama yine de öyle uzun bir zaman değildi bu; ben günlerce süren açlıklara az mı dayanmıştım?”

“Her şeye rağmen dayanmış, bunca yoksulluğun göbeğinde namuslu kalabilmiştim; ha hay, alabildiğine namuslu! Aman Allah, ne de aptalmışım! Hans Pauli’nin battaniyesini rehine vermek istediğim için şerefime leke sürdüğümü anlattım kendime. Bu ince dürüstlüğümle eğlenerek güldüm, hakaretle tükürdüm sokağa; kendi aptallığımla adamakıllı alay etmeye kâfi kelime bulamıyordum. Şimdi olmalıydı ki! Şu anda sokakta bir okullu kızın harçlığından arttırdığı bir beş para, yahut yoksul bir dulun düşürdüğü bir öre bulsaydım, alır cebime atardım; vicdanım sızlamadan bu parayı çalar, sonra da bütün gece kütük gibi uyurdum. Boş şeyler uğruna böyle tarifsiz acılara katlanmış olmam, işte şimdi semeresini veriyordu; sabrım tükenmişti, ne olursa olsun her şeyi yapmaya hazırdım artık.” Bunları söylemesine rağmen yine de dürüstlüğü bırakamıyor bir kenara. Kendi kendine konuşmaya başlıyor, deli gibi insanlara saçma sapan şeyler anlatıyor. Yoldan insanları çevirerek saçma sapan şeyler söyleyerek dikkatlerini çekiyor… İnsanın bu kadar aç kalınca akıl sağlığını yitirmesini de normal buluyorum okudukça. Hangi can dayanır ki bu kadar açlığa. Ramazan ayında aç kaldığımız on-on beş saat boyunca akşamı iple çeken sonra da kıtlıktan çıkmış gibi tıka basa mideyi dolduran bizler. Ne kadar dayanabilirdik ki bu açlığa. Kahramanımız bir zaman kendi parmağını ısırarak kendi kanını emmeye başlıyor açlığı yenmek için. Karnını doyurmak demiyorum, açlığı yenmek diyorum.

Behçet Necatigil’in çevirisiyle Türkçeye kazandırılan bu kitap 160 sayfa. Varlık yayınlarından çıkmış. Kitabın orijinali ise 1890 yılında yayınlanmış.

“Bütün ömrüm bir mercimek çorbasına fedadır!”

Author: mehmet
Mehmet Zeki Dinçarslan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir